22 Şubat 2011 Salı

Hep çocuk kalmak


Ne zaman büyüdüm ki bu kadar?
Akşam saatin 5 olması; anneyle babanın eve dönmesi, yazlığın bahçesinden yola çıkıp beyaz arabanın ilerde görünmesini heyecanla beklemek demekti, şimdiki gibi yorgun argın trafiğe teslim olmak değil..

Bacaklarımızdakinden ibaretti yara berelerimiz, kalptekini bilmezdik ki o zamanlar! İzi kalmazdı şimdiki gibi..Kabuk bağlar iyileşirdi hemen, yine kanasa da yine iyileşirdi. Şimdi kanadıkça daha zor kapanıyor yaralar sanki..

Bütün gün bir o yana bir buyana koşar durur, yorgunluktan ilk bulduğumuz yerde uyuyakalırdık. Ne yatağımızı yadırgardık, ne de ilaca ihtiyaç duyardık uyumak için, şimdiki gibi..

Canımız ne isterse yer, lightı var mı diye de sormazdık. Çantamızda diet bisküvi taşımaz, kolanın tadını da bilmezdik üstelik. Mango, ananas suyu içer, yeşil çay diye bir şeye de gereksinim duymazdık.

LPG bir tüp adıydı zadece, zayıflama yöntemi değil J Bilsek de ihtiyacımız olmazdı, sıfır beden diye bir kavram da yoktu zaten. Hiç; kilo ver diyen birileri olmazdı, bilakis anneler hep yedirip aldırmaya çalışırdı.

Sütü, sütçü teyzeden alır kaynatırdık, yoğurt da üstü kaç kat sarılarak evde yapılırdı. Tadını sevmezdim ama o ayrı J

Commodore’umuz vardı sonraları para biriktirip alınan. Taksit yaptırma bazı yerlerde olurdu, o  da kredi kartına değil; eşe dosta ahbapa. Başucumuza koyardık yeni alınanı, giyip çıkarıp mutlu olurduk. Yani sonuna kadar yaşardık, bir şeyi almanın keyfini..

Sandalla denizin içindeki adacıklara gidip, oradan derine atlamaktı en büyük zevkimiz, yazları.

Canımızı en çok yanlışlıkla değen ısırganlar yakardı, bir de denizanaları. Başka kimse acıtmazdı, acıtamazdı!
Dedenin bahçeli evi demekti çocukluk, oradaki ağaçlardan taze yemekti meyveleri. İncir oldu mu diye sormaktı her defasında. Dedenin elleriyle yetiştirdiği gülleri, dikenlerini keserek sana getirmeseydi her sabah, seni düşünerek. Yumurtalı ekmek demekti kahvaltılar, domates peynirli ekmek demekti acıkmalar.

‘All my life’ şarkısının hafızalara kazınması, ama Parliament Sinema Kulübü Pazar Gecesi Sinemasını izleyememek demekti, Pazar geceleri.

Herkesi iyi bilirdik! E o zaman da vardı üzüntüler ama psikologa gidilmezdi ayrıca,  obsesifin adı sadece ‘takıntılı’ydı o zamanlar. Her bunalana da, ‘depresyondasın’ denmezdi.

Defterlerimiz kaplanır, güzelce de etiketlenirdi. En büyük derdimiz; o defterin arasına karaladığımız bir ‘isim’di, iki yanından ok çıkan kalple çizilmiş..
En büyük korkumuz da, babanın görmesiydi, bu isme yazılmış aşk mektuplarını..

Sorumluluklarımız yoktu, geçinme derdimizin olmadığı gibi.

Solitaire de yoktu, tuhaf tuhaf fallar uydurur, çıkınca da mutlu olurduk. Görmek için saatlerce dolanmak, sesini duymak için ev telefonunu kablosu yettiğince sürüklemek gerekirdi, uzak bir odayaJ

Kıskançlık var mıydı, ya da fesatlık? Varsa da bilmezdik, velhasıl masumdu her şey. Bizim gibi!
Hemen büyümekti en büyük arzumuz, ‘ah şimdi senin yaşında olacaktım ki’lere burun kıvırarak.

Peki; ne zaman büyüdük ki bu kadar?

2 yorum: